BİZE VE KÖYÜMÜZE DAİR-1
Osman İŞLER
İnsan, geleceğini geçmişi olmadan kuramaz. Geçmiş ise bir dolu söz kalabalığı olarak kalmamalı bana göre. Söz uçar, yazı kalır kuralı gereği sırf ibret olsun diye köyümüzün insanının bir dönem yaşadığı ve tanığı olduğum sıkıntılarını ve gayretini anlatmaya çalışacağım.
1960’lı yıllar…
Bizler; birleştirilmiş sınıflarda 2 ya da 3 öğretmenle okuyan -daha doğrusu okumaya çalışan- Armutlu Köyü’nün çilekeş öğrencileriydik. O yıllarda şimdi adını vermek istemediğim; ama yaşı 50’nin üzerinde olan tüm köylülerimizin rahatlıkla hatırlayabileceği bir öğretmen vardı köyümüzde. Öğretmen demeye bin şahit… Bir gün okulda, üç gün Konya’da… Öğretmen eğitime o kadar uzak ki, sene sonunda öğrencileri tam olarak tanıyamadığı için ‘Kimler geçsin, kimler kalsın?’ diye Rahmetli Ali Bütüner Amca’ya soruyordu.
Adı bende saklı öğretmenin halini, bir ibret tablosu olarak özetleyecek bir olay hatırlıyorum o yıllardan: Yılsonu gelmişti. Öğretmen karne vermek yerine herkesin adını okuyarak ‘Sen geçtin, sen kaldın.” diyordu. Şu an Yüzüncü Yıl Üniversitesinde Doçent olan Ali İhsan Demirel’in adı okunmamıştı. Haliyle sınıfı geçti mi, kaldı mı bilmiyordu. Bunu öğrenmek için öğretmenin karşısına çıkıp sormak ise epey bir cesaret isterdi o yıllarda. Hemen Arif dayısına anlatıyor durumu Ali İhsan. Ardından dayısı ile birlikte öğretmenin karşısına korkarak varıp Ali İhsan’ın sınıftan geçip geçmediğini soruyor. Öğretmen iğreti bir tavırla soruyor: ‘-Adın ne?’ ‘-Ali İhsan Demirel.’ Öğretmen yüzüne bakıyor ve ‘Sen kaldın.’ diyor. Sonradan anlaşıldı ki bir yıl okula gelen Ali İhsan’ın okulda kaydı yokmuş. Daha sonraki yıllarda okul birincisi olan Ali İhsan, maalesef bir yıl okula boşuna gelmişti.
Bizim gözümüze hoş görünmek için alavere dalavere işlerini pek severdi öğretmenimiz. Elinde bir torba, içinden bazen tavşan, bazen güvercin çıkarırdı. Yine bir gün garip bir huni yaptırmış. Bir öğrenciye su içirdikten sonra: ‘-Ne yaptın! O, zehirli bir suydu. Onu hemen çıkarmamız gerekir.’ dedi Karnına dayadığı huniden su akıttı. Biz de dersle hiç alakası olmayan bu numaraları yine ağzımız açık seyretmiştik. Ders mi? Onu boş ver. O kadar cahil yetişiyoruz ki derslerin hiç önemi yok.
Bir gün okula müfettiş geldi. Bizim öğretmen yine arazi. Kim bilir nerede? Hepimiz müfettişin başına toplandık. Gördüğümüz her yetişkine ‘dayı’ demeye alışmışız ya müfettişi de ‘Hoş geldin dayı, hoş geldin dayı” diyerek selamlamıştık Bütün bunlara dayanamayan bir köylünün öğretmenimizi şikâyet ettiğini de hatırlarım; ama sonuç değişmemişti. O öğretmen, köyümüzde çalışmamaya devam etti. Yine bir gün ödev vermişti. Bunu herkes yapsın gelsin yarın kontrol edeceğim dedi. Yaptık, sabahleyin çantamı aldım okulun kapısına geldim, Öğretmen Mehmet Bütüner’in atına eşyalarını yüklemiş gidiyor, O yıllarda köyde otobüs olmadığı için Hadim yoluna çıkar oradan gidilirdi. O kadar üzüldüm ki, oturup hüngür hüngür ağlamıştım.
Okulda öğretmen nadiren bulunduğu için okuldaki başkana mahkûmduk. Sabahtan öğleye kadar sınıfta hapis... Başkanın astığı astık, kestiği kestikti. Susadığımız zaman defterimizin ortasından bir sayfa çıkarır başkana verirdik. O da bize bir bardak su lütfederdi. Ayrıca sıkıysa okula odun getirmeden bir gel. Sınıf başkanı sanki zebani. Yok odun küçükmüş, yok kırma imiş gibi çeşitli bahanelerle haydi odunu evine götür daha iyisini al gel derdi. Her gün yüzlerce öğrencinin getirdiği odunun akıbeti ne oluyordu tam bilmiyorduk belki; ama öğretmenlerin de o odunlardan evlerine götürüp -pardon bize taşıtıp- odunları bol bol yaktığını şahit olmuştuk.
Okumaya o kadar meraklıydık ki; ancak elimizden tutan yok. Annelerimiz babalarımız eğitimsiz olduklarından ilgisizler. Üstelik 3. sınıfa gelmişiz hâlâ doğru dürüst okumayı bilmiyoruz. Mahallemizdeki çocuklarla bir araya gelip birbirimizle yardımlaşarak okumaya çalışıyoruz. 23 Nisan geldi. Bayram kutlanacak. Öğretmen maalesef yine yok. Ama aynı öğretmen, pazar günleri düğünlere -eğer köyde ise- mutlaka gelir şayet bizi orada görürse de ‘-Vay niye ders çalışmıyorsun da düğüne geldin?!’ diye pazartesi günü onun hesabını dayakla verirdik.
4.sınıfa geldiğimiz zaman Allah’tan yeni öğretmenler geldi köyümüze. Nevzat Karadağ, Zeki Aksoy, Nuri Çakır, Aydın Kuyumcu. 4 ve 5.sınıfları Zeki Aksoy okutuyor. Öğretmenimiz bayağı gayretli; ama bizde bir şey yok. Çoğumuz daha doğru dürüst okuma yazma bilmiyor. Şimdi Milletvekili olan Hüsnü Tuna, Prof.Dr. Arif Ünal, Ali İhsan Bütüner, Refik Acar ve ve ben aynı sınıftayız. 4.ve 5.sınıflar toplam 27 kişiyiz. Öğretmenimiz çok sert, dayak yemediğiz gün yok; ama olsun diyoruz, en azından bir şeyler vermeye çalışıyor. Bir gün 67 vilayeti plakaları ile ezberleyeceksiniz, yarına istiyorum dedi. Ertesi gün 4. sınıflardan başladı. Say. 01-Adana, 02-Adıyaman, 03-Afyon…….. gerisi yok. Müthiş bir dayak. En son Arif Ünal’a geldi. Vilayetleri plakaları ile birlikte tek tek saymıştı da bir tek o dayak yememişti.
Ama Zeki Aksoy olur da ondan dayak yenilmez mi? Tabi Arif Ünal’da nasibini aldı. Okulda bir tek dünya küresi vardı. Kürenin tabanı tahtaydı. Öğleden sonra kırılmış. Kimin kırdığı meçhul. Öğretmen sabah sınıfa geldi. Küreyi kim kırdı? diye sordu. Kimseden çıt yok. Söylerseniz dövmeyeceğim, dedi Zeki öğretmen. Hiç ses çıkaran olmayınca, her zaman olduğu gibi 4.sınıflardan başladı sıra dayağına. Öyle bir vuruyor ki ellerimiz kıpkırmızı, hüngür hüngür ağlıyoruz. Tam Arif Ünal’a 2 kişi kaldı. Arif Ünal’ın parmağı havada: ‘-Öğretmenim ben küreyi kıranı biliyorum.’ ‘-Kim kırdı?’ ‘-İsmail Çoban.’ Öğretmen ondan sonra köpürdü: ‘-Bu kadar çocuğun hakkını nerde vereceksin?’ diyerek onu daha fena dövmüştü.
Ama biz yine de okumaktan memnunduk. Çünkü bir şeyler öğreniyorduk. Bir şeyler öğrenmek uğruna şimdiki çıtkırıldım öğrencilerden farklı olarak türlü eziyetlere katlanmayı vazife sayıyorduk. Resmi Bayramları falan yapıyorduk artık. Bayramlarda şiir okuyorduk. Öğretmenlerimiz bizi törenlerde Çeşme Bileni’ne çıkarırdı. Bizler de heyecanla şiirlerimizi okurduk. Hele hele 36 numaralı Ali Çolak “Bu Vatan Kimin” şiirini her bayramda heyecanlı bir şekilde okur ve sesi o kadar gür çıkardı ki, yanakları kıpkırmızı olurdu. 5.sınıfta dersimize Nuri Çakır geldi. O Öğretmenimiz de gayretli ve biraz daha yumuşak tabiatlıydı. Bir şeyler vermeye çalışıyordu. Ortaokula devam etmemiz için evlerimize kadar gelip ailemizi ikna etmeye çalışıyordu. Ama maalesef hiçbirimiz okuma için gereken maddi olanaklara sahip değildik. Parasız yatılı sınavları olacaktı; fakat bizim Konya’ya gidecek paramız yoktu. Bu sebeple neredeyse biricik umudumuz olan bu sınavlara da girememiştik.
En başta söyledik ya anlatmadığın hatta yazamadığın hiçbir şeyi yaşamamışsın saymak lazım günümüzde. Belki de bir vebal bunları anlatmak. Gelecek nesiller için birer vesika kıymetinde geçmişin bu masalsı anıları. Feleğin çemberinde bir o yana bir bu yana savrularak tükettiğimiz o günlerde biz de büyüklerimizden nice hatıralar dinlemiştik. Anlaşılmalıdır ki derdimiz işini yapmayan öğretmenlerin dedikodusunu yapmak değildir. İmkânların yok denecek kadar az olduğu bir zamanda her külfeti, zorluğu hiç usanmadan aşan bir dönem insanının hatırasını dikkatlere sunarak; imkânların deniz misali ayaklarının önünde serili bulunduğu günümüz gençliğinin tembelliğini, ataletini fark etmesini sağlamaktır. Vesselam…..
Devamı gelecek…